Heyecanlı
Yolculuk |
A
Nice Little Trip |
“Daisy,
benim, Ted.” Dedektif-Müfettiş Singleton, çok sevdiği özel
dedektifini telefonla arıyordu.
|
“Daisy,
it’s me - Ted,” Detective-Inspector Singleton was telephoning his
favourite private detective.
|
Bir
dava vesilesiyle tanışmışlardı. O günden beri de işten fırsat
buldukça beraber bir yerlere gidiyorlardı.
|
They
had met on a case and ever since they had been going out together, when
work permitted.
|
“Önümüzdeki
birkaç gün için bir planın var mı?”
|
“How
are you fixed for the next few days?”
|
Daisy
o sırada ısınmak için sıcak bir şeyler içiyordu
çünkü ofis biraz serindi.
|
Daisy
had been drinking a boiling hot mug of Ovaltine as it was still a bit
chilly in the office.
|
Baharın
habercisi çiçeklerin başlarını topraktan tereddütle
uzatmaya başladığı günlerdi. Güneş insanın
gözlerini kamaştırırcasına parlıyordu.
|
The
first flowers were hesitating at coming out but there was a bright sun in
the sky.
|
“Bay
Floodbridge bu akşam ofisi badana yapmaya başlayacak, yani, ne
zaman istersen müsaitim. Planın nedir Ted?”
|
“Well,
Mr. Floodbridge is coming in tonight to start whitewashing the office, so
I’m free whenever you like. What’s on, Ted?”
|
“Bu
akşam seni Fransa’ya, Bolonya’ya gezmeye götürüyorum. Salı
günü geri dönsek senin için uygun değil mi?”
|
“I’m
taking you to France this very evening - to Boulogne, to see the sights.
All right to come back next Tuesday?”
|
“Bana
uyar.” Daisy, hangilerini giyeceğine karar verebilmek için
gardrobundaki giysileri zihninden bir bir geçirmeye başlamıştı
bile.
|
“That’s
fine by me.” Daisy was already going through her wardrobe mentally.
|
“Sanırım
Bolonya İngiltere’den biraz daha sıcaktır.”
|
“I
believe it’s a bit warmer in Boulogne than here in East Anglia.”
|
“Evet
bence de,” dedi Ted. “Seni akşam yedi buçukta alsam olur mu? Dover
feribotunun gece seferine yetişiriz ve gemide güzel bir akşam
yemeği yiyebiliriz.”
|
“Yes,
I believe it is” replied Ted “What
if I pick you up at half past seven? We’re catching the night ferry -
the Dovercraft - and we can have a nice meal on the boat.”
|
Ted,
kendini suçlu hissettiği zamanlardaki gibi tereddütlüydü.
|
Ted
paused a moment as he always did when he felt guilty.
|
“Şeyy,
bu arada, bıyıklarımı kestim.
|
“Oh,
by the way, I haven’t got my moustache any more.
|
Bu
sabah aceleyle traş olurken yanlışlıkla bir tarafını
fazla kesmişim. Ben de yeni baştan çıksınlar diye
hepsini kestim.”
|
This
morning I was in such a hurry that I cut too much off on one side and
decided I’d better start again from scratch.”
|
“Hayır
olamaz Ted! Senı bıyıksız düşünemiyorum. Neyse,
şimdi telefonu kapatmam lazım çünkü buraları toparlamam
gerekiyor.”
|
“Oh
no, Ted! I can’t imagine you without it! Anyway, I must go now, because
I’ve got some throwing-away to do here.”
|
Daisy
duvarlara yapıştırdığı Mısır ve
İsrail posterlerine baktı ve iç geçirdi.
|
Daisy
looked at the posters she had put up on the walls - of Egypt and Israel -
and sighed.
|
“Artık
onlarsız idare etmek zorundayım maalesef çünkü hem çok
eskimişler, hem de çok kirliler.
|
“I’ll
have to make do without them now. They’re so torn and dirty.
|
Belki
seyahat acentasından yenilerini alabilirim. Her neyse, geri döndüğümde
tertemiz ve düzenli bir ofisim olacak en azından.”
|
But
maybe I can get some more from the travel agency. Anyway I’ll have a
nice clean office to come back to.”
|
Daisy
birkaç müşterisini telefonla aradı. Sonra da badanacı Bay
Floodbridge’I arayıp ofisin anahtarı var mı diye sordu.
|
She
made a few phone calls to clients and one to Mr. Floodbridge, the
whitewasher, to make sure he had the office keys.
|
Ofiste
işlerini bitirince, çantasını hazırlamak için evin
yolunu tuttu. Yanına parfümünü, birkaç parça mevsimlik kıyafet
ve sıcak tutan bir yağmurluk aldı.
|
Then
she made her way home to pack her bottle of Opium perfume, some mid-season
clothes and a warm wool-lined raincoat.
|
Daisy
daha önce de birkaç defa Avrupa’ya geçmişti ama Ted’le beraber
ilk defa gidecekti.
|
Daisy
had been over to the Continent several times, but never with Ted.
|
Karnı
açlıktan zil çalıyordu. Hemen kendine domatesli ve biftekli
bir sandviç hazırladı.
|
As
she felt very peckish, she fixed herself a bumper tomato and corned beef
sandwich.
|
Dedektif-Müfettiş
Morris Singleton randevusuna tam zamanında, saat 7:30’da geldi.
|
Detective-Inspector
Morris Singleton arrived perfectly on time for their appointment at 7.30.
|
Daisy,
Ted’e dikkatlice bakıp, “Böyle bıyıksız da çok
hoş görünüyorsun ama ben senin bıyıklı halini daha
çok seviyorum,” dedi.
|
Daisy
stared at Ted: “You know, you look quite nice without your moustache,
but I think I prefer you with it.”
|
“Peki
o zaman, bir daha kesmeyeceğim bıyıklarımı,”
diye söz verdi Ted.
|
“All
right,” promised Ted,“I won’t shave it off again.”
|
Feribota
yetişmek için arabayla yola çıktıklarında bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyordu.
|
As
they made their way to Dover by car it started to rain quite heavily.
|
“Dua
edelim de bir de rüzgar çıkmasın,” dedi Ted.
|
“Hope
it’s not going to be windy as well,” remarked Ted.
|
Güverteye
çıkınca, gemiden bir müddet etrafı seyrettiler.
|
Once
on board they had a look round the Dovercraft.
|
Vergisiz
mallar satan dükkan, son dakika hediyelerini alan turistlerle dolup taşıyordu.
|
The
duty-free shop was full of tourists buying last-minute presents.
|
Çocuklar
için hazırlanmış rengarenk bir odada, yarı uyur yarı
uyanık dolaşan çocukları, palyaço kılığındaki
bir sihirbaz eğlendirirken, aileri de yandaki dinlenme salonunda
kestiriyorlardı.
|
In
a colourful room, small childen were wide awake being entertained by a
magician dressed as a clown, and their grateful parents were having a
‘quick one’ in the nearby lounge.
|
Gemide,
çok pahalı olduğu belli olan bir restoran, bir de, açlıktan
karnı zil çalan yolcularla tıka basa dolu olan daha ucuz
restoran vardı.
|
There
was also a restaurant which had the air of being very expensive and a much
cheaper one full of starving travellers.
|
Dinlenme
salonu, büyük, rahat koltuklarıyla gayet hoş bir ortam gibi görünüyordu.
Salonun sonunda da her an kadehlerin tokuşturulduğu cıvıl
cıvıl bir bar vardı.
|
The
lounge looked pleasant with big comfortable armchairs, and at the end of
it there was a lively bar clinking glasses continuously.
|
Daisy,
“Ted, ben açlıktan ölmek üzereyim. Bana söz verdiğin o güzel
akşam yemeğini yemeye gidelim mi?” dedi yalvarır bir ses
tonuyla.
|
“Ted,
I’m starving, can we go for that wonderful meal you promised me?” Daisy
pleaded.
|
Tam
o sırada gemi sağa sola yalpaladı. Daisy neredeyse düşecekti.
|
Just
then the boat rocked sideways and nearly made Daisy fall over.
|
“Ted,
bu gemi pek de rahat değil değil mi?”
|
“Oh
Ted, it’s a bit rough, isn’it.”
|
Ama
Ted cevap verebilecek halde değildi. Benziölü gibi soluktu ve temiz
havaya çıkması gerekiyordu.
|
But
Ted couldn’t reply. He was deathly pale and gasping for fresh air.
|
“Ted,
neyin var senin? Deniz mi tuttu?”
|
“Ted,
whatever’s wrong? You’re not seasick, are you?”
|
Daisy’yi
ne deniz, ne uçak tutardı. O yüzden, birini deniz tutabileceğini
veya deniz tutmasının nasıl bir şey olduğunu
zihninde canlandıramıyordu bile.
|
Daisy
had never been seasick, or even airsick and it had never entered her mind
anybody else could be, or even what it was like.
|
“Ted,
haydi biraz açık havaya çıkalım.”
|
“Ted,
let’s go outside for a bit.”
|
“Daisy,
Ted’in dinlenme odasından açık havaya çıkmasına
yardım etti.
|
Daisy
helped him outside the lounge into the fresh air.
|
Ama
rüzgaröyle şiddetli esiyordu ki, gene içeri girmek zorunda kaldılar.
|
Unfortunately
a very strong wind was blowing and they had to go back in again.
|
“Beni
merak atme, ben iyiyim,” dedi Ted. Çok sık nefes alıp
veriyordu.
|
“Don’t
worry about me Daisy,” Ted was breathing heavily.
|
“Sen
gidip bir şeyler ye. Ben burda dinlenme salonunda biraz yalnız oturacağım."
|
“You
go ahead and have something. I’ll just sit here by myself in the
lounge.”
|
“Hayır
Ted, ben senin yanında kalacağım,” dedi Daisy ısrarla.
|
“No,
Ted, I’ll stay with you,” insisted Daisy.
|
“Hayır
Daisy, gerek yok. Ben burada kendi kendime sessizce, kimseyle konuşmadan
oturmak istiyorum.”
|
“No
Daisy, really, I’d prefer just to sit here quietly and not talk to
anybody.”
|
“Öyle
istiyorsan tamam o zaman… Hemen dönerim.”
|
“All
right, if that’s what you want...I won’t be long.”
|
Daisy
restorana doğru yürürken, hemen işini bitirip biran önce
Ted’in yanına dönmeyi umuyordu ama orada inanılmaz bir kuyruk
vardı.
|
Daisy
made her way to the self-service restaurant hoping to get back to Ted as
soon as possible, but there was an incredible queue.
|
Ama
çalışanlar hızlı servis yapıyorlardı ve on
dakika içinde Daisy balığını, cipsini, bezelyesini ve
kahvesini önüne almıştı bile.
|
However,
the staff were efficient and in ten minutes Daisy was having her cod,
chips and peas, followed by Spotted Dick and custard and a cup of black
coffee.
|
Daisy
yemeğini yiyince Ted’in yanına döndü. Ted, yağmurluğunun
yakasını yüzünü örtecek şekilde kaldırmış,
pencereye dönük şekilde oturuyordu.
|
Daisy
returned to Ted who was now facing the window and had the collar of his
waterproof jacket turned up.
|
“Biraz
toparlandın mı Ted?” Ted Daisy’den tarafa dönmedi.
|
“Feeling
better, Ted?” Ted didn’t turn round.
|
“İçerisi
bayağı sıcak oldu değil mi Ted?” diye sordu Daisy yağmurluğunu
çıkarırken.
|
“It’s
rather hot in here now, isn’t it?” continued Daisy taking off her warm
mac.
|
“Ted,
neyin var senin?”
|
“Ted,
what’s the matter?”
|
“Daisy,
cevap vermediğini farkederek Ted’in omzuna dokundu.
|
Daisy
touched his shoulder, noticing he hadn’t answered.
|
“Daisy,”
diye fısıldadı Ted, yüzü hala pencereye dönük olarak.
“Gel yanıma otur. Ben
o tarafa dönemiyorum.” Daisy oturunca, Ted durumu açıkladı:”William
Rowles, salonun sonunda oturmuş bira içiyor!”
|
“Daisy,”
hissed Ted still facing the window, “come and sit next to me! I can’t
turn round.” Once Daisy was seated, Ted explained: “William Rowles is
sitting at the end of the lounge having a beer!”
|
Daisy’nin
heyecandan nefesi kesilecekti neredeyse.
|
Daisy
breathed in rapidly.
|
“Hani
şu cani gangster William Rowles’i mi kastediyorsun? Onun hala
hapiste olduğunu zannediyordum,” diye fısıldadı
Daisy.
|
She
whispered,“You mean William Rowles, the violent Soho gangster! But I
thought he was in prison.”
|
“Evet
zaten hapisdeydi. Onu kendi ellerimle hapse koymuştum on dört yıllık
bir cezayla.” Ted konuşmakta zorluk çekiyordu ve birkaç saniyede
bir duraklıyordu.
|
“Yes
he was, I put him in prison myself for fourteen years.” Ted was speaking
with difficulty and paused every few seconds.
|
“Onu
İsviçre’de bir hapishaneye nakletmişlerdi. O da geçen hafta
kaçmış! Biraz kilo almış ama gene eski William
Rowles.”
|
“They
transferred him to a Scottish prison and he managed to escape last week!
He’s fatter than he was, but that’s him all right.”
|
Daisy,
o gangsterin olduğu tarafa bakmamaya çalışıyordu.
|
Daisy
avoided looking towards the end of the lounge.
|
Ted,
“Beni bu bıyıksız halimle tanıyabildiğini
zannetmiyorum ama beni tanırsa burada çok büyük bir olay çıkarır.
|
Ted
continued: “I don’t think he has recognised me because I haven’t got
my moustache any more but if he recognises me he could cause a lot
of trouble.
|
Daisy,
o adam gerçekten çok cani ve mutlaka bir yerlerden silah bulur."
|
Daisy,
he’s very violent and could easily be armed in some way.”
|
Daisy
ürkmüştü biraz. “Peki ne yapmamız gerekiyor Ted?” diye
sordu Daisy.
|
“What
shall we do, Ted?” Daisy felt a little scared by now.
|
“Bana
yardım etmen gerekiyor. Bu işi kendim halledemem çünkü şu
anda çok savunmasızım.
|
“You
must help me. I can’t manage the situation alone, I’m too weak.
|
Kaptana
gidip bunları anlat ve Rowles’I tutuklattır. Ben görevliler
gelene kadar burada oturacağım.”
|
You
must go to the captain, tell him about all this and get Rowles arrested.
I’ll sit here until the officers arrive.”
|
Daisy,
dikkat çekmemeye çalışarak yürümeye çalıştı
ve salonun çıkış kapısına doğru ilerledi.
|
Daisy
tried to move away inconspicuously and walked along the lounge to the
exit.
|
Tam
o sırada üç genç adam, ellerinde bira kutularıyla kapıdan
girdiler.
|
Just
then three young men came through the door with cans of beer in their
hands.
|
Gemi
birdendire gene sağa sola yalpaladı ve adamlardan biri kazayla
Daisy’e çarptı. Adamın elindeki bira, Daisy’nin yeni yeşil
bluzuna dökülüverdi.
|
Suddenly
the ship lurched again and one of the young men fell against Daisy
accidentally pouring beer down her new green silk blouse.
|
“Hayır,
olamaz. Yeni bluzum mahvoldu,”diye geçirdi aklından Daisy.
“Mahvoldu yeni bluzum. Bir de bira kokuyordur,” dedi.
|
“Oh
no, my new blouse” Daisy thought “it must be ruined and I smell
of beer now.”
|
Daisy,
dikkatleri üzerine çekmemek için hemen genç adama önemli olmadığını
söyleyerek hızlı adımlarla koridoru geçip görevlilerin
odasının kapısını çaldı.
|
Realising
that she might be drawing attention to herself, Daisy quickly absolved the
young man from his responsibility, hurried away along the corridor towards
the officers’ room and knocked on the door.
|
Görevlinin
biri sonunda kapıyı açtı ve bir Daisy’e, bir bira lekeli
bluzuna dik dik bakıp durdu.
|
An
officer opened the door at last and stared at Daisy and her beer-stained
blouse.
|
“Size
nasıl yardımcı olabilirim hanımefendi,” dedi. Adamın
elindeki yemek peçetesine bakılırsa, Daisy adamın yemeğini
bölmüştü.
|
“Can
I help you miss?” Daisy had clearly interrupted his evening meal as he
still had a napkin in his hand.
|
“Yardımınıza
ihtiyacımız var. Dedektif-Müfettiş Singleton’un sizin
yardımınıza ihtiyacı var.
|
“We
need your help, that is Detective-Inspector Singleton does.
|
Tehlikeli
bir cani, yani hapishaneden kaçmış bir suçlu, dinlenme
salonunda içkisini yudumluyor. Adı William Rowles ve…”
|
There’s
a dangerous criminal, an escaped convict, in the lounge having a drink -
William Rowles is his name - and.....”
|
Görevli,
Daisy’nin içki koktuğunu farkedip bunu yanlış
yorumlayabilirdi.
|
The
officer could smell Daisy’s beery clothes and interpreted it badly.
|
“Bakın
hanımefendi, neden gidip rahatınıza bakmıyorsunuz?
|
“Look,
Miss, why don’t you go back and sit down a bit.
|
Bu
gemide tehlikeli katiller falan yok. Siz biraz önce kabus görmüssünüz.”
|
There
are no dangerous criminals on this boat. You clearly fell asleep and had a
bad dream.”
|
“Bana
bu şekilde davranmaya nasıl cesaret edebilirsiniz siz?” diye
sinirli bir şekilde karşılık verdi Daisy adamın
bu emredici konuşmasına.
|
“Don’t
you dare treat me like that.” Daisy angrily reacted at his patronising
tone.
|
“Ben
kabus falan görmedim. Ayrıca sarhoş da değilim. Aceleyle
buraya koştururken birisi üzerime bira döktü.”
|
“I’m
not dreaming it all up. I’m not drunk either, someone spilt their beer
all over me while I was hurrying to get here.”
|
Daisy
gittikçe daha da sertleşiyordu.
|
Daisy’s
voice became even more determined.
|
“Dinlenme
salonunda, deniz tuttuğu için çok kötü olan bir polis memuru var.
Beni yardım çağırmam için o gönderdi.
|
“There
is a police officer in the lounge who is very seasick and he sent me to
get help.
|
Eğer
ona yardım etmezseniz, başınızı çok kötü derde
sokmuş olursunuz.”
|
If
you don’t help him, you’ll be in a lot of trouble yourself.”
|
Daisy,
adamı kenara iterek odaya girdi. İçeride dört görevli daha
vardı. Yemek yiyorlardı ve muhtemelen biraz önceki konuşmaları
da duymuşlardı.
|
Daisy
pushed her way past the man into the room where four other officers were
having their meal and had probably heard what she had said.
|
Görevliler
daha tam olarak ne olduğunu bile anlamadan Daisy emirler yağdırmaya
başladı.
|
Before
they could realise what was really happening, Daisy was giving orders:
|
“Çabuk
hepiniz benimle gelin. Acele edin. Hapishaneden kaçmış bir suçluyu
yakalamanız gerekiyor.”
|
“Come
along, all of you, you have to arrest an escaped convict immediately.”
|
Daisy,
isterse çok ikna edici olabiliyordu.
|
Daisy
was very persuasive when she liked.
|
Uzun
boylu, kır saçlı bir adam ayağa kalkıp, “Ben Kaptan
Granger’ım hanımefendi. Mesele nedir?” diye sordu.
|
A
tall grey-haired man got up: “I’m Captain Granger, Madam, what were
you saying?”
|
“Kaptan,
eğer benimle gelip Dedektif-Müfettiş Singleton ile görüşürseniz,
o size her şeyi anlatır.
|
“Captain,
if you come with me to meet Detective-Inspector Singleton in the lounge he
can tell you himself.
|
Yalnız
bu işi gizli tutmalısınız. Bu Rowles denilen adam
arkadaşımın yüzünü görecek olursa onu tanıyabilir
çünkü onu yıllar önce tutuklayan kişi, benim arkadaşım
Dedektif-Müfettiş Singleton’du.”
|
You
must be discreet because if this Rowles sees my friend’s face he might
recognise him as he was the one who arrested him years ago.”
|
Daisy,
dinlenme salonuna geri dönüp Ted’in yanına oturdu.
|
Back
in the lounge Daisy went over to Ted and sat down next to him.
|
Birkaç
saniye sonra kaptan göründü. Sanki gemide her şeyin yolunda olup
olmadığını kontrol etmek için dolaşıyormuş
gibi yapıyordu.
|
After
a few seconds the Captain came by as though he were casually seeing if
everything was all right on the Dovercraft.
|
Ted’in
oturduğu tarafa doğru eğildi ve Ted ona gizlice kimliğini
gösterdi. Sonra
kaptan salondan çıkıp gitti.
|
He
bent over Ted who discreetly showed him his identification and left the
lounge.
|
Aradan
bir dakika geçtikten sonra, görevlilerden biri, kılık değiştirip
barmenin yerine geçmişti. Geri kalan üç görevli de, salonun üç
çıkışını tutmuşlardı.
|
After
one minute an officer had changed his clothes and replaced the barman
while three others were entering the lounge from the three exits.
|
Daisy,
adamların geldiğini Ted’ e haber verdi. Ted, sağa sola
yalpalayarak kalktı yerinden.
|
Daisy
signalled to Ted that the men had arrived and he got up shakily.
|
Ted,
görevlilerle beraber, o an biradan aldığı zevkle kendinden
geçmiş olan Rowles’e doğru yürüdü.
|
He
went over with the men towards Rowles, who was by now quite merry on beer.
|
Rowles
Ted’I bıyıksız haliyle tanıyamadı ama ona dik
dik baktı. Yüzünü tam olarak çıkaramamıştı.
|
Rowles
didn’t recognise Singleton at all without his moustache but stared at
him as though he couldn’t quite place his face.
|
“Ben
Dedektif-Müfettiş Singleton. Sizi tutukluyorum William Rowles.
Kaptan, bu adamı buradan götürüp bir yere kapatın lütfen.”
|
“I’m
Detective-Inspector Singleton and I’m arresting you, William Rowles.
Captain, take him away and lock him up.”
|
Rowles
birden yerinden fırlayıp, bardaktaki birayı Singleton’ın
yüzüne fırlattı, masaya vurarak bardağı kırdı
ve Daisy’nin oturduğu taraftaki çıkışa doğru fırlattı.
|
Rowles
suddenly got up and threw the contents of his glass into Singleton’s
face, broke the beer glass still in his hand, dashing it against a table,
to use as a weapon and made towards the exit near to where Daisy was still
sitting.
|
Daisy,
olup biteni uzaktan izliyordu.
|
Daisy
had been watching everything from afar.
|
Daisy
hemen yağmurluğunu alıp çıkışı kapattı.
|
Without
hesitating, she picked up her mac and blocked the exit.
|
Rowles,
Daisy’nin yolunu kapattığını farkeder farketmez ona
döndü ve kırık bardak parçalarını Daisy’nin yüzüne
fırlatmaya başladı. Daisy sağa sola dönerek kendini
korudu ve yağmurluğunu Rowles’in başına fırlattı.
|
As
soon as Rowles realised Daisy was in his way he turned on her and tried to
push the broken class into her face but Daisy ducked sideways and threw
her mac over his head.
|
Rowles
yağmurluğu başından çekip serbest kalmak için çabalarken,
kırık bardak parçalarıyla kolunu kesti ve acıyla bağırdı.
|
Rowles
fought to get the mac off him and free himself but in doing so cut his arm
with the broken glass and screamed with pain.
|
Singleton
ve gemideki görevliler hemen geldiler ve kırık bardağı
Rowles’tan alıp, suçlunun ellerini arkadan bağladılar.
|
Singleton
and the ship’s crew quickly arrived, managed to knock the broken glass
from his hand and pinned the criminal’s arms behind him.
|
Calais’ye
vardıklarında Rowles Fransız yetkililerine teslim edildi.
Daisy ve Ted, sabah altıda yola koyulabildiler.
|
Once
in Calais, Rowles was handed over to the French authorities and Daisy and
Ted were able to drive off on holiday at last at six o’clock in the
morning.
|
“Şimdi
daha iyi görünüyorsun, Ted.
|
“You’re
looking much better, Ted.
|
Peki
Manş Denizi’ni geçerken hep böyle kötü mü oluyorsun her
zaman?”
|
But
have you always had trouble crossing the Channel?”
|
“Evet
ama daha önce hiç bu kadar kötü bir havada geçmemiştim. Ne
maceraydı ama değil mi Daisy!
|
“Yes,
I have, but I’ve never crossed it in such bad weather. Oh Daisy, what an
adventure.
|
Maalesef
her zaman işi ve macerayı aynı anda ve aynı ortamda yaşamak
zorunda kalıyoruz.
|
I’m
sorry we always get business and pleasure mixed up together.
|
Emniyet
sana minnettar olacak Daisy.”
|
The
Police Force is going to be so grateful to you!”
|
Yaptıklarıma
karşılık olarak bana mesela yeni bir yağmurluk
alabilirler çünkü benimki mahvoldu!
|
“Well,
to start with, they can give me a new mac, as mine is completely ruined!
|
Ve
bir de aynı işle uğraşırken lekelenen bluzun
yenisini alabilirler.”
|
And
a new silk blouse too which was stained all in the line of duty.”
|
Ted, deniz tutması geçtiği için çok
mutluydu ve uykusuz olduğu da belli bile olmuyordu.
|
Ted was so happy not to be seasick any more and
hardly noticed that he hadn’t slept.
|
Daisy, sabaha kadar uyumamaya Ted kadar alışık
değildi. Bu yüzden bir müddet sonra Daisy kendini, bir sürü vahşi
hayvanın gemiden kaçtığı bir rüyanın içinde
buluverdi.
|
Daisy was less used to losing a night’s sleep and
drifted off into a dream where dangerous animals were escaping from an
ark.
|